28 Ocak 2011 Cuma
Bu şarkıyı dinlediğimde kanatlanıp uçacakmışım gibi hissediyorum. Yağmurlu bir günde boş bir sokakta gökyüzüne bakıp kollarımı açıp oldugum yerde dönesim var..
27 Ocak 2011 Perşembe
Enaniyet eyfel kulesi..
Bugün bir arkadaş ortamında sohbet muhabbet ediyoruz bir yandan da çaylarımızı yudumluyoruz. Ben her zamanki gibi dinleyici konumundayım ara sıra katılıyorum mevzuya. Konu alakasız biryerden ''uygun eş'' mevzusuna geldi. Baktım herkez '' Çok yakışıklı olması mühim değil ama kesinlikle karizmatik olsun. Karakter de çok önemli. Zeki, kültürlü olmalı...'' şeklinde konuşuyor. '' Zaten onlarda kapıda dizilmiş bizi bekliyorlar'' dedim.. Güldümm güldümmm güldümm (tabi içimden). Herkez gibi bende karakteri saglam, iyi huylu, ahlaklı, karizmatik, yanıma yakışacak vs vs.... biri olsun isterim fakat önce biraz aynaya dönüp ''acaba ben bu istediklerimi hakediyormuyum?'' diye sormalıyız kendimize.
Yakın bir arkadaşımın çok sevdigim bir sözü var '' enaniyet eyfel kulesi'' der böyle durumlarda. Gerçekten bakıyorum etrafıma bende dahil herkesde enaniyet efyel kulesi mübarek... Ferdi egolarımıza teslim oluyoruz. Kibir yapıyoruz birçok konuda. En büyük problemlerimizden biri de bu sanırım..
''Görüldüğü gibi hakikat, entellektüel bilinçle kavranılamaz.
Bu sır, çok kitap okuyarakta çözülemez.
Okudum bildim deme, çok taat kıldım deme.
Eri hakkı bilmezsen, bu boşuna emektir;
Er hakkı bilen kişidir.
Hakkı bilen kişi ise egosunu yenmiş yok etmiştir.
Sonsuz, hiçlik gerçeğini anlamak için ego ölmeli ve biz bir hiç olmalıyız.
Bir kalpte iki şey bir arada yaşamaz.
Ya o ya da ego için yer vardır.
Ve ego bizleri ancak acı ve göz yaşına boğarak gider.
Bu geride hiç bir şey kalmayıncaya kadar devam eden acı verici bir süreçtir.
Bu fena halidir.
Yok olmaktır.
Bu hal egonun hükmünü, kişinin benlik duygusunu tamamen kaldırır.
Fena içinde kişi bütün bütün yok olup gitmişken;
Allah, kendi varlığından ona yeni bir hayat verir.
Onu kendi boyası ile boyar.
Kişinin içinde ki ve dışındaki bütün vasıfları değiştirir.
Artık ölümün zaten alacağı, egoist benlik bırakılmış.
Mutlak benlik onun yerini almıştır.'' (Black Window Intro)
Sade bir kahve lütfen..
Hemen hemen her gün buraya gelip sade bir kahve istememe rağmen,bana hâlâ aynı soruyu soruyor. "Ne alırdınız?". Biraz yalnızlık ve biraz da sessizlik alayım...Getirirken dökmeyin, mutsuzluğum eksilir diyorum içimden.. "Sade bir kahve lütfen"
Kahraman Tazeoğlu
26 Ocak 2011 Çarşamba
Yaşadıklarımdan öğrendiğim birşey var..
Uzak ülkeler çekmeli seni, Tanımadığın insanlar..
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın.
Değişmemelisin hiçbirşeye bir bardak su içmenin mutluluğunu,
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın...
Ataol Behramoğlu
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın.
Değişmemelisin hiçbirşeye bir bardak su içmenin mutluluğunu,
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın...
Ataol Behramoğlu
25 Ocak 2011 Salı
Hakan Günday - Kinyas Ve Kayra
Hakan Günday'ın ilk romanı olan bu eseri eleştirmek istiyorum ama dilim varmıyor. Çünkü henüz 24 yaşındayken okurların begenisine sunmuş bu kitabı. Yazarın kitaba lise 2. sınıfta okurken başladıgını ve 3-4 yılda bitirdigini okumuştum biryerlerde. Bir yandan büyümüş bir yandan yazmış diyebiliriz :) Bu yüzden ben gayet başarılı buluyorum. Kitabı bitirdiğinizde beyninizden vurulmuş gibi hissedebilirsiniz normaldir panik yapmayın :) İyi kurgulanmış oldukça ilgiç bir roman.. Kitaptan bazı alıntıları paylaşıyorum sizlerle..
‘'İnsanlar...’' dedim fısıldayarak. Taşırlar insanları; kundaktayken, tabuttayken.. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan, bazıları da içinde bulundukları sistem bir gün onlara da taşınma sırasının geleceğini söylediği için, taşırlar insanı..!
Yaşayarak intihar etmeyi seçenlere yardım edilemez. Bir stil meselesi. Ya ağzına sıktığın bir otuzsekizlik ya da ölene kadar oksijenle zehirlenmek... Seçersin ölümü.
Birkaç kez tuvalin başına oturdum. Aldım elime fırçaları. Sonra baktım tuvale ''ulan '' dedim..'' En iyi resim bu işte!''... Pürüssüz, hatasız.. Daha iyisini yarılsam yapamam. Attım bir imza sağ alt köşesine. Tarih de koydum yanına amatörler gibi..
Eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri aklıma geldi: '' Daha çok erken, içme!'' .. Ve benim kendisine verdiğim yanını düşündüm. Hep aynı yanıt: '' Şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile''
Sen cehennemin üzerine kurulduğu arsanın hisedarı olacak kadar kötüsün. Şeytan bu yüzden göz yumuyor yaptıklarına ve seni hayatta tutmaya çalışıyor, bütün oynadığın ölüm oyunlarına rağmen. Ölüpte onun yerine göz koymaman için...
Her şeyi bildiğim için vasiyetim tek bir cümle olacaktı: "Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!"
Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım...
Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın bana birini üzdüğümde söylediği o sözü. " kendini karşındakinin yerine koy" ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yani kendimi bulamadım.
Ama biliyorum, izin vermeyecek insalar rahatça kendimizi yok etmemize. Arkadaş olacaklar. Aşık olacaklar. Sırdaş kesilecekler başımıza. Robinson'un bile yanına Cuma'yı veren dünya, üzerinde yaşayan bütün insanları tanıştırma gibi hastalıklı bir saplantıya sahipken uzak kalmamız çok zor olacak gündüzün ve gecenin seslerinden ..
A. Ali Ural - Posta Kutusundaki Mızıka
Her zamanki gibi web'de kaliteli dize avına çıktığım bir gün bu kitaptan bir bölüme rastladım. Kitabın arka kapağındaki yazısı çok etkiledi beni. Satın almayı çok istemiştim bulamadım çeşitli aksilikler sonucu birhayli vakit geçti bende unuttum kitabı almayı istedigimi :) Sevgili dostum güzel bir süpriz yaptı ve doğum günümde hediye etti bu kitabı bana. Derhal okumaya koyuldum bende.. Başucu kitabı denilen bir tabir vardır işte bu kitap için yapılabilecek en iyi betimleme bu bence. Kitabın belirli bir kosunu yok ''sevgili dost..'' diye başlayan birçok mektuptan oluşuyor. Her biri ayrı hikaye.. İşte kitaptan seçtiğim birkaç mektup;
(Arka kapak) Sevgili Dost! Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba 'insan' denince hatırlanıyor muyuz?
Sevgili Dost! Bildiği şehirlerden bilmediği şehirlere, bildiği yüzlerden bilmediği yüzlere sığınmayı aklından geçirmemiş kaç insan vardır? Garların, terminallerin ve limanların dev mıknatıslara dönüştüğü saatlerde bedenlerini kaptırmayanlaar, ruhlarının bir otobüs koltuğuna, bir gemi çapasına, bir lokomatif tekerleğine yapışmasını önleyebilmişler midir? "Başımı alıp gitmek istiyorum" cümlesi kimbilir hayatımızın kaç kilidini kurcalamış, açayım derken kaç yeni kapı örtmüştür üstümüze. Arkaya bakmamayı başarabilenler, acaba gittikleri yere başlarını götürmeyi başarabilmişler midir? "Tebdil-i mekanda ferahlık vardır" diyenler, aslında "tebdil-i kan"ı mı kasdetmişlerdir?
Sevgili Dost! Birileri tarafından sürekli izlendiğini düşünmek bir delilik belirtisidir de, biri tarafından izlenildiğini düşünmemek neyin belirtisidir? Sevgili Dost, Allah her şeyi bilir...
Sevgili Dost! Üzüntülerimiz, günlük hayatımızdaki ödevleri bile normal bir şekilde yapmamızı engelliyor. Kaderin ağına takılan balıklar, çırpına çırpına ölüyorlar. Mutluluk bir seyahat şekli olması gerekirken, bir türlü ulaşılamayan hayali istasyonlar haline geliyor. Yüzlerimiz, hüznün yüzlerce elbisesinden hangisini seçeceğine bir türlü karar veremiyor.Aynı hava sıcaklığında bir gün üşürken, bir başka gün terleyebiliyoruz. Bir gün kahkahalarla güldüğümüz bir espriye, bir başka gün tebessüm etmekte zorlanıyoruz. Su bazen sıfır derecede donmuyor, bazen kaynamıyor yüz derecede.O halde "bizi mutlu kılan şey şartlardan çok, ruhumuzdur." İstemekle değil, istememekle hür olan ruhumuz...
Sevgili Dost! Hürriyet, istememekse, neye çağırıyor bu reklam panoları? Bizi diğer insanlardan (ya da insanların daha az imkana sahip kısmından) farklı kılacak bir ayrıntı, nasıl oluyorda gözlerimizi ışıldatabiliyor? Pahalı paltolarla ısıtılan bedenlerimiz, acaba çıplak ruhları için nasıl bir giysi öneriyor?
Sevgili Dost! Kurallara uyacaksın.Sahrada "su içilmez!" tabelası gördüğün de,gülümseyeceksin. Bak,Rabbimiz ne diyor... İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebut 2) Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! (Bakara 155)
Sevgili Dost! İnsan tekerleği bulduğu zaman başına neler geleceğini bilseydi, bakmadan arkasına yuvarlardı onu ıssız bir yere. İnsanın elinden gelseydi, düğümlerdi yolları ıssız bir yerde. Sevgili Dost! Kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorum..
(Arka kapak) Sevgili Dost! Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba 'insan' denince hatırlanıyor muyuz?
Sevgili Dost! Bildiği şehirlerden bilmediği şehirlere, bildiği yüzlerden bilmediği yüzlere sığınmayı aklından geçirmemiş kaç insan vardır? Garların, terminallerin ve limanların dev mıknatıslara dönüştüğü saatlerde bedenlerini kaptırmayanlaar, ruhlarının bir otobüs koltuğuna, bir gemi çapasına, bir lokomatif tekerleğine yapışmasını önleyebilmişler midir? "Başımı alıp gitmek istiyorum" cümlesi kimbilir hayatımızın kaç kilidini kurcalamış, açayım derken kaç yeni kapı örtmüştür üstümüze. Arkaya bakmamayı başarabilenler, acaba gittikleri yere başlarını götürmeyi başarabilmişler midir? "Tebdil-i mekanda ferahlık vardır" diyenler, aslında "tebdil-i kan"ı mı kasdetmişlerdir?
Sevgili Dost! Birileri tarafından sürekli izlendiğini düşünmek bir delilik belirtisidir de, biri tarafından izlenildiğini düşünmemek neyin belirtisidir? Sevgili Dost, Allah her şeyi bilir...
Sevgili Dost! Üzüntülerimiz, günlük hayatımızdaki ödevleri bile normal bir şekilde yapmamızı engelliyor. Kaderin ağına takılan balıklar, çırpına çırpına ölüyorlar. Mutluluk bir seyahat şekli olması gerekirken, bir türlü ulaşılamayan hayali istasyonlar haline geliyor. Yüzlerimiz, hüznün yüzlerce elbisesinden hangisini seçeceğine bir türlü karar veremiyor.Aynı hava sıcaklığında bir gün üşürken, bir başka gün terleyebiliyoruz. Bir gün kahkahalarla güldüğümüz bir espriye, bir başka gün tebessüm etmekte zorlanıyoruz. Su bazen sıfır derecede donmuyor, bazen kaynamıyor yüz derecede.O halde "bizi mutlu kılan şey şartlardan çok, ruhumuzdur." İstemekle değil, istememekle hür olan ruhumuz...
Sevgili Dost! Hürriyet, istememekse, neye çağırıyor bu reklam panoları? Bizi diğer insanlardan (ya da insanların daha az imkana sahip kısmından) farklı kılacak bir ayrıntı, nasıl oluyorda gözlerimizi ışıldatabiliyor? Pahalı paltolarla ısıtılan bedenlerimiz, acaba çıplak ruhları için nasıl bir giysi öneriyor?
Sevgili Dost! Kurallara uyacaksın.Sahrada "su içilmez!" tabelası gördüğün de,gülümseyeceksin. Bak,Rabbimiz ne diyor... İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebut 2) Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! (Bakara 155)
Sevgili Dost! İnsan tekerleği bulduğu zaman başına neler geleceğini bilseydi, bakmadan arkasına yuvarlardı onu ıssız bir yere. İnsanın elinden gelseydi, düğümlerdi yolları ıssız bir yerde. Sevgili Dost! Kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorum..
24 Ocak 2011 Pazartesi
John Lloyd & John Mitchinson - Cahillikler Kitabı
Bugun sizinle NTV yayınlarının keyifli kitaplarından biri olan ''Cahillikler Kitabı - Bilmediklerimiz Ve Yanlış Bildiklerimiz'' i paylaşmak istiyorum. Hem her sayfasında yeni birşeyler öğretiyor hemde sıkmadan bunaltmadan akıcı üslubuyla iyi vakit geçirmenizi sağlıyor. Eleştirilebilecek birçok yanı var tabiki ve bunların başındada hiçbir kaynak göstermemesi geliyor. İçerdeği birçok bilginin doğru oldugunu araştırarak öğrenebilirsiniz aslında. Yinede kaynak gösterilse fena olmazdı diye düşünüyorum.. İlginç güzel bilgiler içermesinin yanında can sıkıcı gereksiz bilgilerede yer verilmiş oldugunu belirtmek isterim. Kitapta ilgimi çeken bölümlerden birkaçınıda paylaşacağım..
Mesela Sindirella'nın o meşhur cam papucu, aslında ünlü yazar Perrault'un kelimeyi yanlış anlamasından kaynaklanmış :))) Papuç cam değil, sincap kürküymüş. Meğerse verre, cam; vair, sincap kürküymüş.. :) Bilinen en yüksek dağ, kitabın dediği gibi hakikatten de Mars ’tadır, adı da “Olympus Mons”tur. Ve en büyük yanılgımıza geldi sıra. Telefonu kim icad etti? sorusunun gerçek yanıtı '' Antoniu Meucci'' dir. Bu bölümü çok sevmiştim Alexander Graham Bell'in çevirdiği dolaplardan bahsediyor :)
Kitabın önsöz yazarı Stephen Fry: “İnsanlar beni bazen çok şey bildiğim için suçlar. Suçlayıcı bir edayla “Stephen, çok şey biliyorsun” derler. Bu durum üzerinde çok az kum tanesi bulunan birine kumla dolu olduğunu söylemek gibidir. Yeryüzündeki devasa kum miktarını göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir insanın üzerinde hiç kum yoktur. Bizim üzerimizde de hiç kum yoktur. Hepimiz cahiliz Bırakın ziyaret etmeyi, varlığını tahmin bile edemeyeceğimiz bilgi kumsalları, çölleri ve tepecikleri var“. Bu sözün bir benzerini de Isaac Newton söylemişti sanırım.'' Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben kendimi deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi bilinmez olarak önümde dururken ben şurada ve burada daha düzgün çakıl taşları yada daha güzel midye kabukları toplamakla yetiniyorum...''
Okunması gereken bir kitaptir tasiye ederim.
Mesela Sindirella'nın o meşhur cam papucu, aslında ünlü yazar Perrault'un kelimeyi yanlış anlamasından kaynaklanmış :))) Papuç cam değil, sincap kürküymüş. Meğerse verre, cam; vair, sincap kürküymüş.. :) Bilinen en yüksek dağ, kitabın dediği gibi hakikatten de Mars ’tadır, adı da “Olympus Mons”tur. Ve en büyük yanılgımıza geldi sıra. Telefonu kim icad etti? sorusunun gerçek yanıtı '' Antoniu Meucci'' dir. Bu bölümü çok sevmiştim Alexander Graham Bell'in çevirdiği dolaplardan bahsediyor :)
Kitabın önsöz yazarı Stephen Fry: “İnsanlar beni bazen çok şey bildiğim için suçlar. Suçlayıcı bir edayla “Stephen, çok şey biliyorsun” derler. Bu durum üzerinde çok az kum tanesi bulunan birine kumla dolu olduğunu söylemek gibidir. Yeryüzündeki devasa kum miktarını göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir insanın üzerinde hiç kum yoktur. Bizim üzerimizde de hiç kum yoktur. Hepimiz cahiliz Bırakın ziyaret etmeyi, varlığını tahmin bile edemeyeceğimiz bilgi kumsalları, çölleri ve tepecikleri var“. Bu sözün bir benzerini de Isaac Newton söylemişti sanırım.'' Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Ama ben kendimi deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi bilinmez olarak önümde dururken ben şurada ve burada daha düzgün çakıl taşları yada daha güzel midye kabukları toplamakla yetiniyorum...''
Okunması gereken bir kitaptir tasiye ederim.
23 Ocak 2011 Pazar
Oğuz Atay - Tutunamayanlar
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Benim için 724 sayfalık kocaman ve içi dopdolu bir kitaptır. Berna Moran, Oğuz Atay'ın bu ilk romanını 'hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı' olarak niteler. Moran'a göre 'Oğuz Atay'ın mizah gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar'ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır'. Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, 'saldırısını tutunanların anlamayacağı, reddedeceği türden bir romanla yapar'. Beğendiğim bölümlerinden birkaç alıntı paylaşıyorum.
O zamanlar henüz Olric yoktu.. aşkları sorgulamıyorduk, gördüğümüz rüyaları gerçek sanıyorduk ve en önemlisi "keşke" nin nasıl yazıldığını bilmiyorduk...
Ve ben Olric... Düşmeseydim düşlerimin sırtından zaten inecektim..
- Daha kaç kez ıskalayacağız hayatı Olric?
- oklarımız bitene kadar efendimiz..
- Yağur yağıyor Olric.. Islanıyor etraf. Ağlasak kimse anlamaz değil mi?
- anlamaz efendimiz.
- Tut ki güneş açtı, papatyalardan taç yaparmı saçlarımıza?
- bilinmez efendimiz.
- Yıldız kaydığında dilermi bizimle olmayı?
- sanmam efendimiz.
- Bende sanmam, gidelim mi?
- gidelim efendimiz…
- Sustu mu olric?
- sustu efendimiz...
- Biz de susalım mı olric?
- siz bilirsiniz efendimiz...
- Bizi susmasına kabul eder mi olric?
- eder efendimiz...
-Sus Olric! Düşünüyorum.
-düşünmek ne haddinize efendimiz?
-Descartes düşündükçe var oluyordu Olric.
-descartes düşündükçe var olur, siz düşündükçe yok olursunuz efendimiz."
- Bu yol nereye çıkar Olric?
- hiçbir yere efendimiz.
- Hiçbir yer neresidir Olric?
- doğru yerdir efendimiz.
- Gidelim mi Olric?
- vardık efendimiz..
Antoine de Saint-Exupéry - Küçük Prens
(*)Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostun olacak.
Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!"
Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara 'yıldızlar hep güldürür beni!' diyeceksin. deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun...
(*) ''Her gün aynı saatte gelmelisin'' dedi tilki. ''Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.''
Elif Şafak - Siyah Süt
Tebeşirle çizilmiş bir seksek oyunu kadar uçucu bir çizgisi var hayatın. farkında olmadan basıyorsun çizgiye. kızıyorlar anında. Yandın diye atılıyorsun oyun dışına... Öyleyse yaşamak ,intiharın kıyısında , belki de tam eşiğinde zıplayıp durup , zaman zaman ayaklarını boşluğa sarkıtmak pahasına oynamak,oynamak,hiç yanmayacakmış gibi oynamaktır...
Güne Merhaba..
Yeni bir güne daha uyanabildiğimiz için şükürler olsun...Hava yeterince aydınlanmıştır. Artık istesekte rüya göremiyoruzdur. Kahvaltı saatide yaklaştıgına göre uyanmak için yeterli sebebimiz var demektir.. Yatağımızda sonkez sağa sola dönüp derin bir nefes aldıktan sonra kalkmayı başarabildiysek ne ala :) Böylesi sabahlara uyandığımda ''Perdeyi aç güneş ışığı yeni bir günü sahneye koyacağız'' diyorum içiden ve ''Hey There Delilah Lyrics - Plain White T's'' şarkısı çalmaya başlıyor sanki bir yerlerde. Çoğu zaman fırsatım olmadığı halde kahvaltıdan önce kısa bir yürüyüş yada ufak egzersizlerle güne başlama taraftarıyım. Hemen sonrasında ailecek yapılan, yaklaşık 1040. geleneksel pazar kahvaltısı sofrasına katıldım. Ardından pazar günlerinin vazgeçilmezi olan Ayna programını izledik maaile. Bugün acaba bloguma ne yazsam diye düşünmeye koyuldum ve tam o anda '' ne yaşadıysan onu yaz kızım!'' dedi birileri sanki :)
Eskiden beri düzenli günlük tutma çabalarımın sonu hüsran olmuştur ve ilk defa böyle uzun uzadıya kendi hayatımdan bir kesiti yazıya döküyorum. Umarım devam edebilirim bu hevesle. Neyseki blogumun ilk zamanları henüz takipçilerim ve ziyaratçilerim yok rahat olabilirim..
Hayırlı günler..... :)
22 Ocak 2011 Cumartesi
Blogdaki ilk günümm..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)